Berberde Şizofreni Muhabbeti

Tatilde olduğum zamanlar genellikle yaptığım gibi, iki haftadan uzun süredir saç tıraşını ihmal ediyordum. Saçlarım üstten açık, aynı zamanda da çok dik diktir. Bu nedenle uzayınca pek çirkin görünür.

Ama berbere gitmememin tek sebebi üşengeçlik değil. Bir başka sebep de berberlerden hoşlanmamam… Aslında berberler genelde iyi, halim selim, muhabbet tiplerdir ve onlarla çok güzel muhabbet edilir. Çünkü dükkanlarına gelen giden müşterilerle konuşa konuşa ilginç bilgiler edinirler. Berberlerle konuşmak bir nevi anket yapmak gibi bir şeydir. Berberler de taksi şoförleri gibi amatör sosyologdurlar.

Benim sorunum berberin kişiliğiyle ilgili değil, kendi kişiliğimle ilgili… Bir keresinde Aziz Nesin’de benzer şeyler yazmıştı: “Kafamı bir yabancıya teslim etmektense, kendi traşımı kendim yapmayı tercih ediyorum,” gibisinden laflar.

Benimki de biraz buna benzer… Açıklaması çok zor, ama diğer müşteriler gibi değilim. Bazıları gözünü aynadan hiç ayırmaz, ben hep sağa sola bakarım. Bazıları traş bittikten sonra oturup berberle muhabbete devam eder, ben traş bitene kadar dakikaları sayarım… Kasarım kendimi yani. Her neyse, hele bir de berberi tanımıyorsam, berbere gitmek tam bir işkence olur.

Eski berberimi çok severdim. Şişman, tam bir anadolu çocuğu… Adı Yunus… O kadar temiz, içi dışı bir bir çocuk ki, anlatılamaz. Her zaman fazla para verirdim. Hatta oğluna ders bile verdim ücretsiz. Lafı edilmez gerçi…  Belki başka bir yazının konusu olabilir, komik bir iki hikaye var onunla ilgili… Neyse anlatayım: Yunus ehliyet almayı çok istiyor ama ehliyet sınavında sorulan soruları bir türlü ezberleyemiyor. Tam sekiz kere sınava girmiş… İki kez dosya yakmış (ne demekse)… Kendi söylediğine göre dersler “kafasına girmiyor”muş. En son sınavda Emine teyze adında yaşlı bir kadın da varmış kursta. Sınava girmişler, Yunus kalmış ama Emine Teyze geçmiş. Emine Teyze, Yunus’un karısının da arkadaşı olduğundan, Yunus’un karısı durumu biliyor… Yunus’la dalga geçiyor… Emine Teyze ehliyeti aldığı gün kaza yapıyor, bu sefer Yunus başlıyor bunlarla dalga geçmeye…

Neyse, saçlar berbat durumda, mecbur gidilecek berbere… Ama hangisine?

Düşündüm taşındım, geçen sene gittiğim bir berbere gitmeye karar verdim. Ciddi ve disiplinli biri olarak aklımda kalmıştı.

Dükkanda iki kişiler… Daha önce beni traş eden dolu olduğu için diğeri aldı beni. Oturdum koltuğa, surat asık. Saçlar berbat durumda. Hiç konuşmuyorum, direk aynaya bakıyorum.

Tabi her zaman bu şekilde başlar, ama traş bitmeden berber de traşa başlamıştır. Kaçınılmaz bir şeydir bu. Ama en azından berberin (nasılsa kurtuluş yok) ilginç bir şeyler anlatmasını istersiniz.

Bizimkinin de ilginç bir hikayesi vardı. Konu nasıl olduysa oldu, berberin anne tarafındaki şizofreni hastalığına geldi. Anne tarafı 6 kardeşmiş, bunların dördü de şizofrenmiş. (Berber buna Şifozren diyordu ya biz yine de doğrusunu yazalım…)

Anlattığı şeylerden ziyade berberin şizofreni hastalığına bakış açısı ilgimi çekmişti. Berbere göre “bu bir Allah’tan gelme hastalık”tı. Ama hastalığın temel özelliklerinin de gayet farkındaydı. Şizofrenlerin hafızasının hiç durmadığını, sürekli çalıştığını söylüyordu. Ona göre, şizofrenler hiç bir şeyi asla unutmaz (çünkü kafa hiç durmuyor ya…), ta 30 sene önce olan şeyleri bile hatırlarmış. “O zaman sen bana şöyle demiştin ya…” diye başlarlarmış kavgaya…

Sonra, bunlar çok geçimsiz olurlarmış. Ailesini (yani karısını demek istiyor) sürekli döver, geçim edemezlermiş. Geçimsizliğin sebebi de (doğru bir tahmin) hasta olmaları, yani sürekli karşısındaki kişilerden şüphe etmeleriymiş. Şizofrenler, sürekli kafalarında kurgu yaparlarmış ve bu kurgular da genellikle karşısındaki insanın kendisine kötülük yapacağı, onu hapse attıracağı, ya da öldüreceği inancıymış. (Evet, bunların hepsi de doğru tespitler.)

Şizofrenler paraya çok düşkün olurmuş. Sürekli çok paramız olsun isterlermiş, çünkü ailesinin ilerde yaşlanınca kendisine bakmayacağını bilirmiş. Hasta olduğunun farkında olduğu için değil ha… Sebep yine ailesinden şüphelenmesi ve ailesine düşman olması. Yani bir şizofren kim olursa olsun mutlaka onu düşman olarak görür ve eninde sonunda ondan kurtulmayı planlarmış. İşte bu yüzden sürekli çok param olsun istermiş.

Şizofrenlerle baş etmek için ondan daha deli olmak gerekirmiş, çünkü deli deliyi görünce sopasını saklar misali, şizofren de zorlu birinin karşısında sakinleşirmiş; yoksa bu sefer kendisi sapıtır, karşısındaki insana zülmetmeye başlarmış.

Berber bana sanki hayatımda ilk defa duyduğum bir şeymiş gibi şizofreniyi anlattı durdu. Ben de bilmiyormuş gibi davrandım, ama zaman zaman ona kasıtlı seçilmiş sorular sorarak, anlatmasını kolaylaştırdım.

Bu arada komik bir olay anlattı: Bir akrabalarının cenazesinde bu dört şizofren kardeş bir araya gelmişler. Ne yapmışlar dersin? Efendim, tabi ki bunlar yan yana gelince hastalıkları depreşir, ölüyü kaçırmaya karar verirler. Sebep? Sebep, polis korkusu… Merhumun bir cinayete kurban gittiğine ve polisin de bunlardan şüplelendiğine inanırlar ve “ne yapsak? Ne yapsak?” diye düşünür, en sonunda ölüyü kaçırmaya karar verirler. Aynen kaçırırlar da. Merhumun yakınları gömecek ceset ararken, bizim kafadarlar cenazeyi arabaya yükledikleri gibi soluğu Kayseri’de alırlar… Sonra kendilerine mi gelirler, yoksa biri bunları bulur mu bilemiyeceğim. Bundan sonraki traşımda berbere bu hikayeyi tekrar anlattırmayı düşünüyorum. Ayrıntıları merak ediyorum çünkü…

Bir olay daha var ama o pek komik değil. Yine bu akrabalarından biri, mahalleye yeni taşınan polis bir komşusundan şüpheleniyor ve onu gözetlemeye başlıyor. Adamın evine gelen araçların plakasını alıyor, fotoğraflarını çekiyor; üstelik bu sözde kanıtları hakime gösterince hakimin polis tarafından kendisine komplo kurulduğuna inanacağını sanıyor. İlginçtir, hakim bizimkini suçlu buluyor ve biraz para, biraz da hapis cezasına çarptırıyor. (Bizim memleketin hakimleri zır cahil… Adamın halinden tavrında bir tuhaflık olduğunu anlamamasına imkan yok.) Berbere özellikle sordum, akraban ceza aldı mı diye? “Aldı” dedi. “Peki, adam hasta değil mi?” diye sordum. “Ama raporu yok” dedi. Raporu olmasa bile mahkemedeki hal ve tavırlarından birazcık çakması lazım değil miydi hakimin?

Neyse bu arkadaş ceza alınca soluğu Antalya’da almış. Orada bir karavanda yıllarca elektrik su olmadan, kimsenin uğramadığı bir dağda yaşamış. Olan da zavallı karısına olmuş…

Yine bizim psikolog berberin (genellikle sosyolog olurlar ama…) şizofrenlere tıbbın bulduğu tek çarenin “kafayı uyuşturup yatırmak” olduğunu söyledi. İlaçlar kafayı uyuşturuyor, bir nevi durduruyormuş. Bu da doğru tespittir aslında. Psikotik ilaçlar uyuşturmaktan ve semptomları baskılamaktan öte pek bir işe yaramazlar. Hastalığı tedavi etmezler yani…

Şizofreni üzerinde bunca yazdık. Size Youtube’da bulunan şizofreniyi simüle eden videoları izlemenizi tavsiye ederim. Bu videolar, şizofreni epizodları geçirmiş kişilerin kendileri tarafından ya da ifadeleri doğrultusunda hazırlanmış videolar. Dünyanın bir şizofreninin gözünden nasıl göründüğünü anlatıyor. Bir kaç tanesi de oldukça gerçekçi yapılmış. Düşünsenize, durup dururken bir gün kafanızın içinde sesler duymaya başlıyorsunuz… Yani, kendi beyninizin içinde yabancılar var! Sesler var!

Sonra algınız çarpılıyor… Garip şekiller falan görüyorsunuz. Ama, yabancı sesler duymak en yaygını…

Şizofreniye benzer bir deneyimim olmuştu. Gençlikte bir kaç kez ot içmiştim. Bir keresinde bu ot bende “bad trip” yaptı. Bad Trip, ilacın beklenenin tam tersi etki yapması demektir. Etkisi geçene kadar dünyam kelimenin tam anlamıyla kararmıştı diyebilirim. Benzetme değil bu, kararma… Bildiğin ışık yok dünyada… Işık olsun istiyorsun, ama yok. Sanki her yer meşaleyle ya da gaz lambasıyla aydınlatılmış gibi… Aşırı depresyondaki kişilerde de benzer bir algı çarpılması olur. Yani ‘dünyam karardı’ lafı öylesine söylenmiş bir benzetme değildir. Ağır depresyonlarda falan gerçekten dünyanın ışığı kararmaktadır. Belki de Leibnitz ölürken son isteğini soranlara: “Işık, daha fazla ışık!” demesinin sebebi budur.

Her neyse… Sadece ışık azlığı değildi… Asıl korkunç olanı, bad trip sırasında çevremdeki herkesin birbirine ve bana düşman olduğu duygusu yaşamıştım. Sırf bana bulaşmasınlar diye herkese iyi davranıyor, herkesi barıştırmaya çalışıyordum. Çünkü nefreti, kini ve düşmanlığı somut bir şey olarak, adeta elle dokunacak bir şeymiş gibi algılıyordum. Elbette ses falan duymadım, ama o şüphe duygusu korkunçtu.

Bir başka örnek daha vermek isterim. Tanıdığım bir arkadaş, daha doğrusu abinin (iş arkadaşı) bize söylemese de, şizofreni epizodları yaşadığından eminim… Zaten ilk karısından bu yüzden (kendi söylediğine göre kıskançlık) boşanmış.

Çok iyi huylu bir arkadaş olmasına rağmen, herkesten şüphelenirdi. Zaman zaman şüphe duygusu oldukça artardı. Ama sesler duyduğunu bilmiyorum. Sadece herkesten şüphelendiğini biliyorum. Bir keresinde beni atölyesine çağırdı ve dört bir yanı arattı (kamera var mı? Dinleme cihazı var mı?) Bana güvenmesi gururumu okşamıştı, ama öte yandan abinin durumuna da üzülmüştüm.

Bu adam, kendisiyle konuşurken bıyığıyla, gözlüğüyle oynayanlardan nefret eder, onlara güvenmezdi.

Gerçi normal hayatını yaşayıp gidiyor, tuzu kuru birisi… Sanırım karısı onu toparlayan.

Edit: Yunanistan’daki bir Türk berberine traş olduğumda bana Yunanistan’da insanların iki ayda bir traş olduğunu ve berberlerin de çok kısa sürede işlerini bitirdiklerini (bir traş 10-15 dakika sürüyormuş) söyledi. “Türkiye’de insanlar traşa değil oturmaya para veriyorlar, berberler insanların saçıyla oynuyor, 30-40 dakika bir saçla gereksiz yere uğraşıyor, burada insanlar hemen traş olayım da kaçayım derdindedir, zaten traş dediğin 10-15 dakikada biter,” dedi.

About reset

Kimin söylediğini bırak, ne söylediğine bak.

Bir yorum

  1. Öncelikle yazı çok keyifliydi.
    Belki de birinin kafana dokunmasını sevmeme sebebin kötü bir hatıra olabilir. Kendimden biliyorum, bir kere 5-6 yaşındayken dedem( George Carlin’ in dindar ve daha sevimli versiyonunu düşün) ” ne berbere para vericen ben keserim” diye eline aldığı kağıt makasıyla saçlarımı berbat duruma getirmişti, üstelik kafam çok acımıştı, öleceğim diye korkmuştum, sonra da babam çok kızmıştı, baya bir kısaya vurdurmuştuk, mahalledeki çocuklar alay etmişlerdi, o yüzden hala kafama makas değmesinden pek haz etmiyorum, yani bence sevmememin sebebi bu, belki başka bir şeydir.
    Berber muhabbetlerini hiç sevmiyorum, hiç sosyolog olana denk gelmedim, benim denk geldiklerim zevzek oluyor hep. Bir kere ” abi bu bıyıklar ne Malkoçoğlu gibi olmuşsun” demişti, çok uyuz olmuştum ama bir şey demedim, elinde ustura vardı, ne olur ne olmazdı.
    Bu arada ben de şizofrenim galiba, belirtilerin çoğu var, o denli ağır olmasa da( şakayla karışık söylüyorum bunu haberin ola).

    • Sesler duymuyorsan sorun yok. O kadar kuşkuculuk herkeste var. Hatta yazının içine de yazacaktım, unutmuşum. Doğada şizofren olmak zorundasın zaten; her yerde düşmanlar, vahşi yaratıklar var. Beynimizin bir “şizofren” çalışma modu olmalı… Bazılarında sigorta atıyor, hepsi bu.

  2. Yok sesler, hayali arkadaşlarım falan da yok, bu arada şizofrenler miydi olmayan kişileri görenler? Ama cimrilik ve hafıza(ortaokulda hangi hoca hangi sınıfa haftada kaç saat derse giderdi bilirdim, zorlayınca bir kısmı geri geliyor hala) durumu var, başka şeylerden herhalde. Zaten şakayla karışık yazmıştım. Bu arada saçlarını betimlemenden sonra seni kafamda canlandırırken aklıma Kadir Topbaş gelecek bundan kelli haberin olsun, ama istersen Kılıçdaroğlu’ yla değiştirebilirim.

  3. Einstein'in Kayıp Dölü

    Kısaca bir sorum olacak. İlaç tedavisinden uzak durmalı demiştin ya, psikiyatrik vakalarda ilaç gerçekten salt hastayı uyuşturmakla ve eblehleştirmeye mi yarıyor? “Psikoza varacak vakalarda hastanın uyuşması için gerekebilir lakin daha az vahim ve basit durumlarda lüzumsuz hatta tehlikeli olabilir onun yerine psikolog terapisiyle çözüm bulunmaya çalışılmalıdır” mı dersin? Asıl cevap almak istediğim bu ama yan soru olarak elektro konvülsif tedavi diye bir şey var, o da güvensiz gibi geldi bana, bilgin var mı?

    • İlaç tedavisinin psikolojik hastalıkları tedavi etmediği, sadece semptomlarını (belirtilerini) bastırdığını söyleyen araştırmalar var. (Bkz. İlaçla Tedavi Efsanesi) İlk çare, insanın yaşama ve düşünme alışkanlıklarını olumlu yönde değişitrmeye çalışması olmalı. Ama birçok insan için bunu yapmanın çok zor olduğunu biliyorum. Psikolojik rahatsızlıkların insanın hayatını nasıl zorlaştırdığını da… Bu yüzden, belki kontrollü olarak ve bilinçli bir şekilde, ama mutlaka diğer (anlamlı) tedavi yöntemleriyle desteklenmek kaydıyla, ilaç kullanılabilir. Bağımlılık yapmayan ilaçlar tercih edilmeli. Minimum dozda kullanılması vs.

      İlaç tedavisindeki sorun, hekimleri ve tabi hastaları kolaycılığa itmesi. Hastalığı gerçekten tedavi edemiyorlar ve ilaç yazmak / almak kolaylarına gidiyor. Yut hapı, kafan rahatlasın… Bu kolaycılık cazip geliyor.

      İlaç sektörünün sadece işine gelen araştırmaları destekleyerek tıp araştırmalarını yönlendirdiğini de ekleyelim. Hipertansiyon, diabet, yüksek kolesterol, kanser gibi hastalıkların tedavisinin bulunamamış olması düşündürüyor insanı. Milyarlarca insanı ilaca bağımlı yapmak dururken, neden tedavi etsinler ki? Hep konuşulan şeyler, ama hiç mi doğruluk payı yok? Bence var.

      Miyopu tedavi etmek yerine ömür boyu gözlek kullanmak gibi.. Oysa bir takım göz egzersizleri yaparak, miyopinin tedavi edilebildiğini bilir muydun? Kimse bilmiyor. Ama var böyle bir şey. Biraz sabır istiyor ama göz merceği kaslarını güçlendirerek miyopi tedavi edilebilir. Hiç bir göz doktorundan bunu duydun mu?

Einstein'in Kayıp Dölü için bir cevap yazın Cevabı iptal et